Uludağ’a bir çıkan bir de çıkmayan pişman

Mudanya, Siye, Trilye, Cumalıkızık derken bir günümüzü de Uludağ’a ayıralım dedik Bursa gezimizin içinde. Dedik amasına da… Demese miydik acaba?

Oğlum çok küçük yaşlarda binmişti teleferiğe. Şimdilerde hatırlaması mümkün değildi. Bize de karayoluyla dağa çıkmak pek cazip gelmedi. Teleferik keyfi yaşamak istedik. Bursa’nın o eşsiz manzarasını, teleferik dağa doğru yükselirken seyretmek istedik biraz da. Belki de nostalji yaşamak. Lakin umduğumuzu bulamadık desek yeridir.

Teleferiğe binmek için ulaştığımızda gördüğümüz kuyruk gözlerimizin fal taşı gibi açılmasına neden oldu. Kıvrım kıvrım dönen kuyruk kaç sıra halindeydi hatırlamak bile istemiyorum. Güneşin altında bekle bekle bitmiyordu çile. Acaba akıllarına geliyor muydu hiç yetkililerin o kuyrukta bekleyenlerin arasında kalp, tansiyon vb. bir hastalığı bulunanların, dizlerinde protez olanların, yaşlıların olabileceği. Onlar da gezmesinler canım, binmesinler teleferiğe, evlerinde otursunlar, dağda ne işleri var diye düşünülebilir pek tabii ama unutulmamalıdır ki onlar da insandır ve onların da canı vardır. Üstelik de bizler gibi zar zor izin alabilmiş ve tatil yapmak için sayılı günü olan ve bir koca gününü Uludağ’a vermek zorunda kalan yerli turistler için bu durum yani boş yere beklemek oldukça sinir bozucu. Yerli turistlerden daha çok Arap turistler var kuyrukta. Hatta Türk turistler yok denecek kadar az. Kendimi Arabistan’da bir yabancı gibi hissetmeme neden oluyor bu bekleyiş. Bekleyiş diyorum çünkü güneşin altında tam tamına üç saat bekliyoruz. İlle de teleferikle çıkacağız Uludağ’a. Değil mi ki bir kez gelmişiz Bursa’ya bir daha ya geliriz ya gelemeyiz. Gelmişken ve aklımıza koymuşken çıkalım Uludağ’a hem de teleferikle. Üç saatlik bir bekleyişin akabinde binadan içeri girip biletlerimizi alıyoruz ama ne yazık ki gidiş- dönüş alma gafletinde bulunuyoruz başımıza gelecekleri bilmeden. Ve binanın içinde de kıvrılarak dönen yeni bir kuyrukla karşılaşıyoruz. Yapılacak tek şey beklemek olduğu için oflaya puflaya beklemeye başlıyoruz. Teleferik bir seferini yaklaşık yirmi dakikada tamamlıyor ama kuyruk kağnı hızıyla ilerliyor. Kuyrukta kahve, çay içenlere rastlamak mümkün. Bir de yerleri kirletmeseler. Kullandıkları peçeteleri vs. oraya buraya değil de çöpe atsalar ya Arap turistler. Öyle rahat hareket ediyorlar ki sağlarına sollarına verdikleri rahatsızlıkların farkında bile değiller. Nihayet sıra geliyor ve biniyoruz teleferiğe. Gerçi artık sefa sürecek halimiz kalmadı, o kadar saat boyunca ayakta beklemekten belimdeki fıtık etkisini göstermeye başladığı gibi ayaklarımıza da kara sular indi ama buna da şükür.

Yükselmeye başladık sonunda. Bursa küçüldü gözlerimizin önünde biz yükseldikçe. Çatılar kâğıt gibi inceldi. Derken duruverdi teleferik. İlk binişimizin üzerinden yıllar geçince unutmuşuz indikten sonra diğer teleferiğe bineceğimizi. Herkesler koştu gitti. Yine sıra. Allah’tan bu sefer çok beklemedik. Ve sonunda Uludağ’dayız. Nasıl kalabalık, nasıl. Geçmişten aklımda kalan “kendin pişir kendin ye” mantığıyla var olan mekânların olduğu. Hiçbir şey eskisi gibi kalmıyor elbet. Oteller bölgesi dışında koca Dağ’da topu topu iki yer olduğunu öğreniyoruz yemek yenebilecek. Ayaküstü köfte ekmek, tavuk ekmek yapan yerler var ama tercih etmiyoruz. Keyif yapmaya geldik ya Uludağ’a. İlk tesis çok kalabalık, Arap misafirlerini ağırlıyor. Görüntü iç açıcı değil. Önce yürüyelim biraz, dağ havası alalım hem de zaman geçince boşalır da rahat rahat yemeğimizi yeriz düşüncesiyle ilerliyoruz. İlerliyoruz ilerlemesine de kuyrukta saatlerce beklemekten iflas etmiş ayaklarımız isyan ediyor “daha fazla yürüyemeyeceğiz” diye ve “Genç Osman Tesisleri” levhasını görünce o tarafa yöneliyoruz. Tesisin kuytuda olması dolayısıyla daha tenha olacağını, kalabalığın buraya ulaşamadığı fikrine nereden ve neden kapıldığımızı bilmeden. Gördüğümüz manzara hiç de iç açıcı değil. Sanki yamyamlar basmış burayı. Masaların üzeri kirli tabak çanaklarla dolu. Yerler peçetelerle ve daha pek çok atıkla bezeli. Her yandan dumanlar yükseliyor. Oturulacak gibi değil görüyoruz ama yorgunuz ve karnımız aç. Mecburen oturuyoruz alelacele boşaltıp güya yeni örtü serdikleri masaya.

“Yamyamlar mı bastı burayı?” diye şaka yapıyorum güya siparişimizi almaya gelen garsona.

“Yamyamlar değil de Araplar bastı abla.” diye cevaplıyor.

“Ne kadar da kirletmişler etrafı böyle. Gelip geziyorlar memleketimizi, yiyip içiyorlar da neden kirletip gidiyorlar.”

“Ne yapalım abla, biz sadece aldığımız paraya bakıyoruz. Bir tane Türk geleceğine on tane Arap gelsin.”

Söyleyecek bir şeyim yok. Sadece yüreğim sızlıyor. Siparişleri veriyoruz.

İstediğimizden farklı şeyler geliyor masaya. Geri gönderip ne istediğimizi tekrarlıyoruz. Lütfen geliyor istediklerimiz. Su geliyor, bardak yok. Et pişmek üzere tabak yok. Tabak istiyoruz lütfen çatal geliyor. Et pişti, ekmek yok. Su içeceğiz, kuruduk, bardak yemek bittiğinde dahi gelmiyor masaya. Sipariş ettiğimiz miktarla gelen et pek de birbirini tutmuyor, gözümüz tartıyor. Doymuyoruz. İçimizden bir daha sipariş vermek de gelmiyor. Bir an öne kurtulmak istiyoruz oradan. Hani Nasrettin Hoca fıkrasındaki gibi “ bu etse kedi nerede, kedi ise et nerede” diye haykırmak geliyor içimizden, susuyoruz. Susuyoruz da nereye kadar. Gelen et, yapılan hizmet berbat ama hesabın maşallahı var, el yakıyor. O kadar sinirleniyoruz ki kalkıyoruz sonunda ama yetkiliyle görüşmek istiyoruz. Osman Bey imiş yetkilisi. Derdimizi anlatıyoruz ama pek oralı değil gibi. Garsonun söylediği kilo ile Osman Beyin söylediği kilo fiyatının arasında on lira oynuyor. Garson gevrek gevrek gülüyor. (Üstünü cebine indirdiği belli. Pis günahı boynuna) Ben “bunu yapmayın size demedim mi” diye fısıldıyor Osman Bey. (Belli ki zaten vukuatlı olan garsonun yaptıklarının O da farkında) Duyuyoruz. “Kaç lira yazayım” diyor garson sırıtmaya devam ederek. Pes doğrusu, pes. İnsanlık bitmiş. Ödüyoruz son kuruşuna kadar çıkardıkları hesabı. Yaptıklarının farkındalar ama sesleri çıkmıyor biz de fena halde kerizlendiğimizin farkındayız ama çözüm? Yaşanan yaşandı ve telafisi yok. Üstelik de kandil günü, mübarek gün. Nasıl olsa Allah bir yerlerinden çıkarır davranışlarını. Tabii Arap müşteri isterler, nedeni açık. Daha başka şeylerde var ama onları buradan yazmak istemiyorum. Çektiğimiz sıkıntıyı ve sinirlerimizi yanımıza alıp dönüş yoluna geçiyoruz.

İlk tesis boşalmış oturup burada karnımız doyursak mı, diye düşünüyoruz lakin tereddüt içindeyiz. Gelirken teleferiğe binmek için o kadar kuyruk bekledik ki dönüşte de herkesin son dakikalara kadar Dağ’da kalıp sonra teleferiğe hücum edebileceği düşüncesini aklımıza getirerek yemek yemekten vazgeçiyoruz ve dönmeye karar veriyoruz. Sonuç aynı son, yine kuyruk. Beklemeye başlıyoruz çaresiz. Keşke biletimiz gidiş dönüş olmasaymış. Minibüsler bekliyor iniş için hem de on beş lira, üstelik de oturarak etrafı seyrede seyrede ineceğiz. Kısmetten öte yol yok işte. Başa gelen çekiliyor. Borularla ayrılmış beklenecek bölümler ama yan tarafta bekleyenler çocuklarına sahip çıkmadıkları için çocuklar demir boruların tepelerinde, altlarında bir bakıyorsunuz tekme ya da tokat yiyivermişsiniz ( tabii bu hafif dokunmalara tekme-tokat demek olmaz.) ya da ellerindeki kavanoz yere pat diye düşerek içindeki yapışkan şey etrafa yayılıvermiş. Kazayla olmuştur canım aldırmayın, öfkelenmeyin hatta be hatta sinirlerinize hâkim olun. Olamıyorsanız olmayı öğrenin. Suç sizde yani. Söylemedi demeyin. Beklemeye devam edin bakalım kaç saat sonra sıra gelecek de binebileceksiniz teleferiğe.

Bekle, bekle vakit geçmiyor, lastik gibi sünüyor dakikalar, ayaklar, beller o biçim (ağrırsa ağrısın, ağrıyan benim ayağım mı sanki diye haykırıyor görünmez yüzler) Güvenlik görevlileri ile konuşuyoruz. Onlar da bezmişler. Hep böyle kalabalık, diyorlar. Bıktık bu Araplardan, diyorlar. Yeni kabinler yapıldı ama kullanılmıyor, diyorlar. “Peki, yetkililer bilmiyorlar mı durumu?” diye soruyorum. “Bilmez olurlar mı abla. Elbet biliyorlar. Onlara göre ne var ki geliyorlar geziyorlar sıranın önüne geçip binip gidiyorlar. Belediye Başkanı da biliyor, milletvekilleri de…”

Anladım. Kırk yıldır taş üstüne taş konulmamış teleferikle ulaşıma. Kırk yıl önceki nüfusla şimdiki bir mi? Bir de yurt dışından gelen ziyaretçiler. Sefa değil sürülen, cefa çekilen. Umarım en kısa sürede çözüm bulunur, demekten başka bir şey gelmiyor elimden. Büyükşehir Belediyesinin yapmak istediklerine Orman Bakanlığı karşı çıkıyormuş, diğerinin yapmak istediğine Parklar ve Bahçeler Müdürlüğü… Onların işi de zor tabii. Ortak paydada birleşmek kolay olmasa gerek, anlamak gerek lakin kuyrukta saatler boyunca beklemek de hiç kolay değil, bunu da anlamak lazım.

İlk durakta inip (gelirken öğrendik ya) koşuyoruz sıraya bir an önce girebilmek için. Mantığa göre ilk kabinle gelen otuz kişi ikinci kabine binecek. Ama o da ne gördüğümüz kuyruk karşısında şoka giriyoruz. Akıllı rehberler gruplarını ilk durakta indirip sadece dağın o kısmını gezdirmişler iki kez kuyruğa girmemek için, beklememek için ilk durakta saatlerce. Bu durumda haklılar da, alacakları yok da peki Fatmagül’ün pardon biz bekleyenlerin suçu ne? Öyle ya bizim suçumuz ne?

Çileli bekleyiş devam ediyor. Güvenlik görevlileri ile konuşuyoruz yeniden neden böyle olduğuna dair, yemek yenilecek mekânlar hakkında.

Genç Osman Tesislerinde yaşadığımız o talihsiz olaydan bahsediyorum. (Yapılanları, saygısızlıklarını vs. hazmedemedim bir türlü. Nasıl hazmedeyim haksızlığa hiç mi hiç tahammülüm yoktur ama el adamı neler yaşamak zorunda bırakıyor. Gün olur devran döner onların da başına benzeri şeyler gelip keyifle geçirmeyi hayal ettikleri birkaç saat gani gani burunlarından gelebilir.)

“Abla sen de tam yerine gitmişsin. Osman’a yolun düştüyse yandın. Yakaladığını affetmez O.” diyor güvenlik görevlisi.

“Allah kahretsin ki Osman’a düştü yolumuz.” diyorum.

“Bunları bir denetleyen falan yok mu? Kimse bilmiyor mu böyle yaptığını?”

“Bilmez olurlar mı? Biliyorlar elbette.”

“Danışıklı döğüş mü yani?”

“Orasını bilmem ben.”

Teleferiğe biniyoruz sonunda bezgin, yorgun ve usanmış olarak. Çocuk arabasını indiren Arap bir vatandaş canımın yanmasına neden oluyor zira tekerlek ayağımın üzerinde. Dikkatli olmasını söylerken arabayı gösterip çocuk, çocuk, diyor İngilizce olarak. Görüyorum çocuk da bu da benim ayağım olur biraz, diyorum içimden yüzüne karşı. Anladık ve de gördük çocuk arabası olduğunu, içinde de çocuk var evet ama (çocukla ne ilgisi var) bu senin dikkat etmediğin, etrafındakilere karşı kaba davrandığın, saygı göstermediğin anlamına gelmez mi? Cevabı onda saklı elbette.

Hava karadığı için manzarayı görmek pek mümkün olmuyor sadece şehrin ışıklarını görüyoruz yukarıdan bir yerden ama o saatlerce süren bekleyiş sırasında Bursa’ya hiç dönemeyeceğimiz düşüncesi yiyip bitiriyor beni.

Diyeceğim şu ki sakın ola Uludağ’a teleferikle çıkma gafletinde bulunmayın ve sakın ola yolunuz Genç Osman Tesislerine düşmesin. Ve siz Arap turistler memleketime hoş geldiniz, sefa getirdiniz ama ne olur çevrenize saygılı davranmayı öğrenin, yerlere çöp atmayın. Dikkatli davranın ki bir daha geldiğinizde aynı güzellikleri bulabilesiniz.

Dağ’da konuştuğumuz birinin “Yarın bir gün Uludağ’ı da satın alır bunlar. Korkarım ki o zaman bizi Dağ’a da çıkarmazlar.” deyişi çınlıyor kulaklarımda. Yüreğim bir kez daha sızlıyor. Ve bu yazıyı yazıp yazmama konusunda epey düşünüyorum sonra da diyorum ki kendi kendime ortada bir etki var, etki varsa tepki de olmalı ve oturup yazmaya, paylaşmaya karar veriyorum.

Kaynak : blog.milliyet.com.tr

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*